Christopher Nolan'ın en son çıkardığı film olan #Tenet bu hafta sevenleriyle uzun bir aradan sonra sinema salonlarında buluştu. Kimimiz henüz izledik, kimimiz ise henüz izleme fırsatı bulamadık. Bu nedenle izleme fırsatı bulamayanlar için spoilersız bir şekilde inceleyeceğim.
Inception, Interstellar, The Dark Knight Üçlemesi ve Prestige gibi filmlerin yönetmenliğini yapan Christopher Nolan'ın, "Daha karşımıza neler çıkarabilir?" dedikten sonra zamanı ters çevirme (time-inversion) üzerine yaptığı bu film ile akılları bir kez daha zorladı.
Filmin konusunu gözden geçirecek olursak Tenet, casusluk filmi türünün üzerine en çok düşünülmüş örneklerindendir. Başrol John David Washington'ın oynadığı ajanımız dünyayı bir tür 3. Dünya Savaşından veya dünyanın sonundan korumak adına yola çıkar ve bu yolda baş kötümüz Kenneth Branagh'ın canlandırdığı Andrei Sator ile yolları kesişir. Klasik olarak bu ajanın bir de bu davada yanında yardımcı olması için bir arkadaşı vardır, ki bu da Robert Pattinson'ın canlandırdığı Neil karakterinden bir başkası değildir.
Filmin konusu böyle anlatıldığında her zaman televizyonda en az 10 kere gördüğümüz klasik ajan filmlerini andırıyor. Aslında Nolan'ın da kasıtlı olarak yapmak istediğinin bu olduğunu düşünüyorum.
Nolan klasik bir ajan filmini, başrolün aşık olmasıyla, filmin başından belli olan bir operasyonun yürütülüp dünyanın kurtulmasıyla ve ucuz aksiyon sahneleriyle yapılmak zorunda olmadığını göstermek istemiş ve bu filmle "Nolan bir casusluk filmi çekse nasıl olurdu?" sorusunun cevabını vermiş.
Cevabı basit: Kesinlikle sıra dışı.
Film 2 saat 31 dakika olmasına rağmen aslında ortalama 1-1.30 saatlik bir konuyu anlatıyor. Fakat bunu bu kadar uzun anlatmasının sebebi inverse-time dediğimiz zaman kavramıyla filmi bize yansıtması ve kurgusal açıdan hikayenin sonunun, başının ve ortasının tam olarak düzenli olmamasından kaynaklanıyor.
İlk yarıda hikayenin kafamızda boşluk bıraktığı hissine kapılmamıza rağmen, bunun bir Nolan filmi olduğunu biliyor ve ikinci yarıda taşların yerine oturması umuduyla filme konsantre olmaya devam ediyoruz. İlk yarının ne kadar uzatıldığı düşünülse de, film ikinci yarıyı izledikten sonra kurgusal açıdan uzunluğun (birkaç sahne haricinde) uygun ve yeterli seviyede olduğunu düşündürtüyor. Hatta öyle ki bazı sahnelerin fazla hızla ilerlediğini düşünenler bile olacaktır.
Filmin klasikleşmiş klişe ajan filmlerine gönderme olarak akılda kalmayan diyaloglar ve çok derinliğe sahip olmayan, geçmişini/geleceğini bilmediğimiz karakterler ortaya sunduğunu düşünüyorum. Çoğu izleyici bunu filmin güçsüz bir yanı olarak görse de, bence Nolan'ın bunu kasıtlı olarak yaptığını ve bu filmin odak noktasının karakterler ya da diyaloglar değil kurgu, sinematografi ve müzikler ile yarattığı gerilim olduğunu düşünüyorum.
Bence Nolan'ın Tenet ile yarattığı evrenin aklımızda kalması gereken kısmı 3-5 diyalog değil, zamanda yolculuğun kullanılarak izleyicinin filmin ana temasıyla ilişki kurmasıdır. Nolan izleyicinin bu filmin her mantığını tamamen anlamasını istememiş, hatta filmdeki zaman-yolculuğunun açıklanmaya çalışıldığı bir sahnede de karakterin biri diğerine "Anlamadın değil mi? Anlamaya çalışma." benzeri bir cümle kurmasıyla bunu bize yansıtmıştır. Bu cümlenin Nolan'ın bizlere metafor olarak kullandığını ve filmde olan yolculuğu anlamaya çalışıp, filmden alacağımız keyfin azalmasını istemediğini düşünüyorum.
Bu filmde kullanılan zaman yolculuğu teması kesinlikle diğerlerinden çok farklı. Öncellikle zamanı tamamen bükerek farklı bir zaman dilimine ulaşmak gibi basit bir çözüm kullanılmayıp; dün, yarın ve şimdiyi aynı paralelde ilerletmeye çalışılmıştır. Bu da filmin çoğu anındaki zaman kavramı ve karakterlerin yaptıklarını anlamamızı daha da zor bir hale getirmiştir. Başka bir farkı ise filmdeki butterfly effect (Kelebek Etkisi) bildiğimizden çok daha farklı işleniyor, geçmişin değişmesinin geleceği etkilemesi mantığı filmde de anlatılan bir paradox ile tam olarak açıklanamayan bir konumda olduğu dile getiriliyor.
Filmin tüm bu klasik zaman yolculuğu temalı filmlerden bilimsel açıdan farklı olması da kafa karışıklığı yaratıyor fakat bu karışıklığın üzerine durmaktansa kurgu ile olay örgüsüne odaklanarak filmden alacağım maximum keyfi aldığımı düşünüyorum.
Tenet'in çoğunlukla Inception ile kıyaslandığını gördüm. Bence yapılan en büyük hatalardan biri de bu. Tenet mantık, karakterler ve diyalogdan çok kurgu ve sinematografiyle daha çok ön plana çıkan bir film. Müziksel açıdan bile bakıldığı zaman bu filmde Hans Zimmer'ın composer olmamasına çok üzülmüyorum çünkü müziklerini besteleyen Ludwig Goransson'u bu filme fazlasıyla uygun gördüm. Ayrıca temanın fütüristik olması sebebiyle Travis Scott'un da sırıtmadığını söylemem gerekiyor.
Müzikten bahsetmişken, kullanım biçiminden bahsetmemek olmaz. Christopher Nolan yine müzik ve filmi en başarılı şekilde seyirciye sunmayı başarmış. Eminim ki sahnenin veremediği gerginliği müzik yüzümüze çarpa çarpa veriyor. Aynı zamanda müziği zamanın-ters çevrilmesiyle orantılı olarak tersten duymamız ve zamanın günümüzle buluşup geleceğe doğru ilerlediği kısımda ise normale geri dönmesinin bu kadar akıcı bir şekilde seyirciye aktarılmasının olağanüstü olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim.
Aksiyon sahnelerinin time-inversion'a göre uyarlandığı kısımları izlemek, bu filmin en keyifli yanlarından biriydi. Spoiler vermeden söylemek gerekirse, filmin yarattığı zaman yolculuğu fikrinden filmde ilerledikçe daha çok keyif alacaksınız. Şahsen benim için zamanda ileriye veya geriye gitme mekanizmasının nesneler ve çevre üzerinde yarattığı etkiyi görmek, sürekli "Bunu nasıl kurgulamışlar?" diye düşünmeme yol açtı.
Filmin sevdiğim yanlarından oldukça bahsettim. Sevmediğim yanlarından söz etmem gerekirse karakterler arasındaki bağın çok kuvvetli olmamasına kabullenmişken bir karakter için yapılan fedakarlığın kafamda tam oturmayışı oldu. Ayrıca filmin ana kötüsü Andrei Sator'u pek başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Yaptığı şeylerin arkasındaki motivasyonun yeterince iyi yansıtılmadığını düşünmekle beraber, filmin en büyük nedeni olan operasyonun bu kişiyle biraz fazla kişisel bağlı olması ama çok "cheesy" bir yöntemle sonuçlanması beni pek etkilemedi.
Onun haricindeki karakter gelişimlerinden oldukça tatmin olduğumu söyleyebilirim. Özellikle Elizabeth Debicki'nin oynadığı Kat karakterinin diğer karakterlerden bağımsız olarak yer aldığı kısımlardaki gelişimini fazlasıyla beğendim. Fakat karakterin ana karakterlerimizle olan ilişkisini yetersiz buldum.
En çok içime sinen karakterin Robert Pattinson'ın canlandırdığı Neil karkteri olduğunu söylemem gerek. Başta çok büyük bir rol oynamıyormuş gibi gözükse de film ilerledikçe karakterin önemi daha da anlaşılır hale geliyor.
Son olarak söylemek istediğim şey ise bu filme klasik bir film gözüyle bakılmadan gidilmesi gerektiğidir. Filmin size vermek istediğini alırsanız, gerekli keyfi alabileceğinizi düşünüyorum. Ama filmde normal bir filme gittiğiniz beklentiyle giderseniz kafanızda soru işaretleri ve dolmamış boşluklarla ayrılacağınızı düşünüyorum.
Bence kesinlikle izlenmesi gereken bir film.
Nolan klasikleri arasına girmesi gereken ve diğerlerinden "farklı" bir film.
Üzerine düşündükçe taşların yerine oturduğu bir film.
Ve kesinlikle birden fazla izlenmesi gereken bir film.
Christopher Nolan'ın yaptığı her işin ayrı ayrı incelenmesi gerektiğini ve kıyaslanmaması gerektiğini düşündüğümü belirtmek isterim.
Henüz izlemeyenlerin izlemesini tavsiye ediyor ve şimdiden hepinize iyi seyirler diliyorum.
Comments